Dünya Hükümeti mi Halkların Hükümetleri mi? Sarsılan ulus devlet sistemi yeni gerilimlere kapı aralıyor

Posted by

Batı demokrasileri kendi medyalarına göre “hastalıklı” ve “iğrenç” arasında gidip gelen bir seçim yılı geçiriyor. Vatandaşlar krize cevap bulmak için siyasi sınıfsallaşmaya odaklanmış durumda ancak tanık oldukları kaostan çıkış bu kadar da basit gözükmüyor.

Birleşik Krallık’ta Southport, Tamworth ve Sunderland’da yaşanan ayaklanmalar bunun en son göstergesi. Siyasetin, Avrupa’nın birlikte yaşama ve insanların örgütlenme biçimi konusunda ciddi bir yol ayrımında olduğunu en sert görüşlü uzmanlar bile artık kabul ediyor. Yapılması gereken seçimler nelerdir? Batılı hükümetler ve vatandaşları bir cevap ararken, demokrasilerin olası geleceklerinin altında yatan soruyu bulmak için daha çok çaba harcayabiliriz.

Batılı uzmanlar modernler tarihi rasyonel düşünce, mantıksal sorgulama ve bilimsel deneylere dayanan ileriye doğru bir hareket olarak düşünürken klasikçiler ise zamanın hareketini “Mesih’in gelişi”, “Armageddon” ya da “Kıyamet Günü” gibi aniden sona erecek döngülerden biri olarak algılar. Dolayısıyla eskatolojik bir doktrine olan inanç eksikliği bir klasikçinin temel soru olarak karşımıza çıkar. Aklın kullanılmaması ise bir modernistin en önde gelen endişesidir.

Eğer tarih, bilimsel anlayışın gelişmesi, teknolojik ilerleme ve ahlaki değerlerin “iyileştirilmesi” yoluyla ileriye doğru bir hareket ise dünyanın mevcut siyasi organizasyonu, insan çabasının tüm alanlarında sıçramalar ve kademeli gelişmelerin bir bileşimi olan ilerlemenin bir sonucu olarak kabul edilebilir.

Ancak bunun yerine bir başka döngüde ilerliyorsak, dünyanın mevcut durumu yalnızca başka aşamaya işaret ediyor demektir ve sonrasında daha önceki yaşam ve yönetim biçimlerine geri dönüş anlamına geliyor olabilir. Dolayısıyla klasikçilere göre “ilerleme tarihsel eylemlerle değil, Tanrı’ya olan inançla sağlanır” ve “kurtuluş geçici değildir ve o ancak ruhani alemde” bulunabilir.

Geçen yüzyılın siyaseti, hükümet teorisi ve pratiğinde bir mutlakiyetçilik dönemi olarak görüldü. O zamanlar Ulus-devlet yapısı siyaset düşüncesi üzerinde bir tekele sahipti. Yüzyılın üçüncü on yılı doruk noktasına ulaşırken, sistemin katılığı giderek gevşiyor. Temsili meclisler, hükümet bürokrasisi, siyasi partiler, bağımsız yargı ve merkez bankacılığı gibi göze çarpan birkaç örnek, tarihsel gelgitler üzerindeki kontrollerini kaybediyor.

Günümüz dünyası, benzer şekilde yönetilen kurumlara ve siyasi yapılara sahip, esas olarak “halkların” “ulus” olma özelliği etrafında örgütlenmiş yaklaşık iki yüz siyasi oluşumdan meydana geliyor. Aslına bakarsanız bu durum tarihsel bir anomalidir. Çünkü yakın geçmişte dünya kabileler, krallıklar, şeflikler, cumhuriyetler, şehir devletleri, imparatorluklar, halifeler ve büyük komünler arasında bölünmüştü ve bunların hepsi aynı anda karanın farklı bölgelerinde yaşam sürüyorlardı. Bu durumun insanlığın gelişimine mi işaret ettiği, insan kaderinin keyfi bir sonucu mu olduğu yoksa geçici bir tarihsel döngünün kırılgan bir anı mı olduğu sorgulanmalı.

Belki de Avrupa’nın önündeki bu kavşak, aklın bir sonucu olan “Dünya Hükümeti” ile inancın mümkün kıldığı “Halkların Hükümetleri” arasında bir seçimle karşı karşıya kaldığımız tarihin bir kırılma noktasıdır.

Dünya Hükümeti, doğası gereği seküler bir programdır: verimlilik ve ilerleme açısından düşünmenin mantıksal sonucu olarak görülür. “Tek bir Dünya Hükümeti” ufuktaki iklim değişikliği, nükleer silahların yayılması, kaynak kıtlığı ve salgın hastalıklar gibi krizlere karşı kapsamlı bir uluslararası işbirliğini zorunlu kılar. Ama gerekçe böyle mi?

“Tek bir Dünya Hükümeti” altında, dünya merkezi kurumlar tarafından yönetilir. Avrupa Birliği’nin Batı’daki merkezi uluslar arası parlamento modelinin Çin Komünist Partisi yönetimiyle küresel ölçekte bir araya getirildiğini düşünün, işte olacak olan budur.

Halkların Hükümetleri’nde ise mevcut küresel siyasi düzen, kimliklere ve yeni topluluklara dayalı alt devletlere bölünür. Bu şirket hükümetleri, egemen-bireysel oligarşiler ve ağ devletleri gibi yeni yapıların ortaya çıkmasının yanı sıra dükalıklar, cumhuriyetler, şehir devletleri, yurttaş meclisleri ve krallıkların ulus-devlet öncesi dünyasına bir geri dönüştür.

ABD’de Kamala Harris ve JD Vance etrafındaki konuşmaları sınıf ve ırk şekillendiriyor. Britanya’da ise Müslüman dindar oy bloğu İslami konulara yaklaşımları nedeniyle İşçi Partisi adaylarına muhalefet ediyor.

Bir felsefe olarak “Halkların Hükümetleri”, geçici olanın döngüsel ve sadece manevi olanın ebedi olduğu inancın alt tonudur. Halkların Hükümetleri, ayrılıkçı hareketler, terör örgütleri, şirket özerklikleri ve kabile duygularının bir karışımı tarafından etkinleştirilen yüzlerce yeni cumhuriyetin kurulmasıyla ulus devletlerin ve küresel, uluslararası düzenin parçalanmasına tanık olacağımız bir gelecektir.

İtalya’yı ele alalım. Lutheran Reformu sırasında, günümüz İtalya’sını kapsayan topraklar, yerel olarak savaşan ve küresel olarak ticaret yapan kırktan fazla bağımsız topluluktan oluşuyordu. Bu oluşumlar farklı yönetim kurumlarına, siyasi teolojilere ve kültürlere sahipti. Hepsi bir anlamda “İtalyan”dı ama diğer pek çok açıdan “benzersiz”di. Küçük cumhuriyetler ve krallıklar olarak geliştiler. Napolyon’un zamanında ise yarı yarıya azaldı. İtalya, 19. Yüzyılın ikinci yarısında “Ulusların Baharı” rüzgarının da etkisiyle tek bir ulus-devlet olarak birleşti.

Ülkenin borç kriziyle doruğa ulaşan geçtiğimiz on yıllar boyunca İtalya, Avrupa’nın dört bir yanından gelen temsilcilerin ve ABD’nin ağır ticari ve mali etkisinin bulunduğu bir parlamento tarafından etkin bir şekilde Brüksel’den yönetildi. İtalyan siyasi kararları Brüksel, Berlin ve Washington’da alınıyordu. Geriye dönüp bakıldığında, 2010 yılının başları 500 yıllık birleşme sürecinin zirvesi ve sonu olarak algılanacaktır. Bu birleşme süreci, merkezin çevreyi kontrol etmek için araç ve teknolojileri kademeli olarak uyguladığı bir Akıl sürecinin doruk noktası olarak kabul ediliyor.

Ancak bu eğilimin tersine döneceği bir gelecek versiyonunu kolaylıkla hayal edebiliriz. Önümüzdeki on yıllar ve yüzyıllar içinde, bugünkü yarımadayı kapsayan bölgenin İtalya’dan ayrıldığını görebiliriz: düzinelerce San Marino çiçek açacak, eyaletler birçok şehre dönüşecek, yerel ve küresel topluluklar yeniden yerleşmek, yeni yönetim modellerini yürürlüğe koymak için toprak satın alacaklardır.

ABD’de, Kaliforniya ve Teksas’daki ayrılıkçı hareketlerinin yaygınlaşması ve Silikon Vadisi’nde “Network Devletleri”nin ve “Start-up Şehirleri”nin ortaya çıkmasıyla bu alternatif tarihsel akımın yankıları dünyanın dört bir yanında görülmeye başlandı.Birleşik Krallık’ta ırk ve dini kimliklere dayalı kaosun network üzerinden yayılması da bunun en güncel örneklerinden. Avrupa’da ise bunu Katalonya, İskoçya, Güney Tirol gibi etnik azınlıklar arasındaki ayrılıkçı hareketlerin yeniden canlanmasında ve ulusal kurumların yapısını bozmayı amaçlayan göç ayaklanmalarında görüyoruz. Aynı şekilde Orta Doğu’da da yeni kurulan ülkeler dini, etnik ve aşiret kimliklerini tek bir ulus-devlet çatısı altında tutmak için mücadele ediyor ve giderek de başarısızlıkları ortaya çıkıyor.

Çatallanmanın teknolojik boyutu, yapay zeka tarafından etkinleştirilen bir “Dünya Hükümeti” veya blok zinciri şifrelemesi tarafından etkinleştirilen “Halkların Hükümetleri”dir. Yapay zeka, küçük bir hükümetin milyarlarca insanın hayatını etkin bir şekilde yönetmesine, onların zevklerini, tercihlerini ve eylemlerini merkezi modellerde toplayarak bilinçli kararlar almasına ve sıkı kontrolü sürdürmesine olanak tanıyacaktır. Bu Isaac Asimov’un “psikotarih” teknolojisinin hayata geçmesinden başka bir şey değil.

Halkların Hükümetleri için ise blok zinciri şifrelemesi anahtar rol oynayacak ve toplulukların kendilerini dış güçlerin dışında organize etmelerine, mali durumlarını, hükümetlerini ve kültürlerini diğer zamansal varlıkların erişemeyeceği bir ağ üzerinde yönetmelerine olanak tanıyacaktır.

Her iki durumda da demokratik davanın ilerletilmesi daha zorlu ve savunulması daha zahmetli olacaktır. Dünya Hükümeti demokrasiyi geçersiz kılar. Bir Hükümet ileri teknolojiler kullanarak milyarlarca insanın hayatını yönettiğinde, bireyin özgürlüğü asimptotik olarak sıfırlanır. Politikalara etkili bir şekilde karşı çıkma yetenekleri yok denecek kadar azdır. Halkların Hükümetleri demokrasiyi bir seçenek haline getirir. Daha küçük nüfuslu binlerce siyasi özerklikten oluşan bir dünyada her birinin demokratik geleneklere uyup uymadığı daha az önemli ve uygulanması çok daha zor hale gelir.

Varoluşsal sorunların üstesinden gelmek için gücün giderek merkezileştiği bir Dünya Hükümetine doğru gidiş giderek daha mümkün görünüyor. Bu sadece Avrupa’nın değil biz Türklerin de karşı koyması gereken bir tehlike. Bu tehlikeli yoldan güvenli bir şekilde geçmenin yegane yolu ise demokratik değerlerin ve süreçlerin korunmasıdır.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir